(Zehra Gül)
Çin Komünist Partisi, bugün Doğu Türkistan’da tam anlamıyla bir soykırım gerçekleştirmektedir. Uygur Hareketi Direktörü Rushan Abbas’ın sosyal medya hesabında bir kez daha dikkatleri çektiği üzere, “Öldürme, bedensel ve zihinsel büyük zarar verme, yaşam alanlarını zorla değiştirme, doğumları engelleme ve çocukları ailelerinden koparma” olarak sıralanan bütün suçları alenen işleyen Komünist dikta, tam bir soykırım canavarıdır! Bu canavar ise artık batılı devletlerin bile geriye dönüp keşke yapmasaydık dedikleri sömürgücelik zihniyetinden beslenmektedir.
Bugün, kim Çin Komünist Partisi’ne neden Uygurlara bu zulmü yapıyorsunuz diye sorsa alacağı cevap her zaman aynı olmaktadır. “Bizim tek amacımız terörle savaş. Yoksa biz insan haklarına saygılı bir yönetimiz” çervesindeki açıklamalar konsolosundan dışişleri bakanına kadar herkese ezberlettirilmiştir ve bunun dışında hiç bir açıklama yapılmamaktadır. Fakat, hem tarih bilimi hem de siyaset bilimi açısından soykırım gerçeğini gizlemeye çalışan bu ifadelerin bir karşılığı yoktur. Komünist dikta burada kendi kendisine çelişki içine düşmektedir.
İlk etapta tarih bilimi açısından kabul etmek gerekir ki, Doğu Türkistan, Kızıl yönetimin iddia ettiğinin aksine hiç bir zaman Çin’in bir parçası olmadı ve olmayacaktır. Coğrafi olarak bulunduğu konum itibari ile hem Rusya’nın hem de Çin’in işgal etmek istediği, Türklerin vatan toprağıdır Doğu Türkistan. Eğer Doğu Türkistan, Pekin diktasının dediği gibi asırlardan beri Çin’in bir parçası olsaydı orada ne Uygur Türkçesi konuşan ne de o kültürünü ve yaşam tarzını bugüne kadar iddia ettiren bir millet olmazdı. Tam tersine 1 milyarı aşkın Çin nufusu içinde hem dinini, hem kültürünü hem de vatan şuuruna sahip Uygur ve diğer Türk toplulukları varlıklarını sürdürdükleri için Komünist Yönetim tarafından yok edilmesi gereken hedef olarak görülmektedir. Diğer taraftan hangi devlet veya hükümet asırlardan beri kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü bir toprağın adını ‘yeni bölge – Xinjiang’ koyar ki. Madem yüzyıllardan Çin’in bir parçası ise neden farklı bir isim koyma ihtiyacı var olmuştur. Doğu Türkistan, 19. yüzyılda Qing Hanedanlığı tarafından işgal edilmiş ve Çin’e bağlı bir eyalet kabul edilmiştir. Xinjiang ismi de o zaman verilmiştir. Ancak bu işgal Uygur halkı tarafından hiç bir zaman kabul edilmemiştir. 1949 yılındaki Komünist dikta işgalinden sonra bile özel otonom bölge olarak kalmıştır. Tıpkı, Tibet ve Moğol bölgesi gibidir.
İronik olarak kapitalizmi ‘sömürgeci sistem’ diye tanımlayan Komünist doktrinin bayraktarlığını yapan Mao ve onun halefleri, kapitalist sömürgeciler ne yaptı ise aynısı yapmıştır. Tarihi ve sosyal açısından kendileri ile bağlantısı olmayan hatta fiziksel olarak dahi benzemeyen bir milleti işgal edip halkını sömürmeye hatta soykırım ile yok etmeye çalışmaktadır. Bu noktada George Washington Üniversitesi Elliot Uluslarası İlişkiler Okulu Kalkınma Çalışmaları Direktörü Sean R. Roberts’in şu tespiti önemlidir. “Uygurların başına gelenlerin ‘terörist tehdidi’ ile ilgisi çok azdır. Bu daha çok tam bir teslimiyet istenen, asimilasyona direndiklerinde yerleşimci bir sömürge gücü tarafından yok edilen, marjinalleştirilen ve yerinden edilen halkların tarihteki örnekleri gibidir. Bu anlamda Uygurlara karşı savaş, aslında geleneksel olarak bir savaş değil, bir işgal, yerinden edilme ve nihayetinde etnik açından marjinalleştirme sürecidir”
İkinci konu ise Komünist yönetimin uluslararası toplumu ikna etmek için kullandığı ‘terörle savaş’ argümanındaki tutarsızlıktır. Yakın tarihin en kanlı saldırılarından ve tam anlamıyla bir terör saldırısı olan 9 Eylül hadisesinden sonra Amerika’nın ortaya attığı tezleri, şeytani bir hamle ile sahiplenen Komünist dikta bunu Uygurları yok etmek için propaganda aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Kendi topraklarının bağımsızlığını istemeyi, dilini, dinini kültürünü korumayı ve müdafa etmeyi hangi uluslararası hukuk ‘terör’ olarak tanımlayabilir ki? Ancak Roberts’in tespitindeki sömürgeleştirme sürecindeki marjinalleştirme ve uluslararası toplum nezdinde meşruiyet sağlamak için batının ortaya attığı argümanların arkasına sığınalarak bir soykırım gerçekleştirilmektedir. Diğer taraftan bütün tarihi gerçekleri bir kenara bırakıp bir anlığına bile olsa Doğu Türkistan Çin’in bir parçası kabul edilse hatta, fiziksel olarak hiç benzemese de Uygurlar Çin toplumunun bir parçası varsayılsa bile burada Komünist Dikta’nın ‘savaş’ argümanı yine boşa çıkacaktır. Çünkü hangi devlet veya yönetim kendi halkına savaş açar? Yine bu aşamada Roberts’in yeni yayınlanan ‘Uygurlara Karşı Savaş’ kitabı ile ilgili olarak The Diplomat yayınına yaptığı şu değerlendirmeye kulak vermek gerekmektedir, “Bu geleneksel anlamda iki karşı tarafın olduğu bir savaş değil. Michael Foucault’un modern bir biyopolitik savaş diye telaffuz ettiği Çin Komünist Partisi’nin kendi nüfusunun bir parçası gördüğü Uygur halkını topluma yönelik bir tehdit olarak görmesidir”
Çin hükümeti hem Doğu Türkistan’ı kendi toprağı olarak görmekte hem de orada yaşayan oranın yerlisi Müslüman Uygur ve diğer Türk topluluklarını kendi sömürgeci çıkarlarına tehdit olarak görmektedir. Özellikle Roberts’in dikkat çektiği gibi 2017 yılından itibaren baskıyı daha artırmıştır. Bunun temelinde yatan ise Komünist diktanın Doğu Türkistan’dan başlayıp Pakistan’a oradan İran üzerinden Ortadoğu’ya hatta Avrupa’ya kadar uzanan yeni dönem ekonomik sömürge emelleri yatmaktadır. Bu emellere karşısında engel olarak görülen Uygur halkı ise gerek toplama kamplarında, gerek hapishanelerde sürgüne gönderilirken, kadınlar kısırlaştırılmakta, çocuklar ailelerinden koparılmaktadır. Ancak bugün Komünist yönetimin ekonomik hayallerini masal gibi dinleyen ve gözleri önünde meydana gelen soykırıma ses çıkarmayan başta Müslüman ülkeler ve diğer toplumlar, Kızıl diktanın gerçek yüzünü er veya geç görecektir. Ancak o zaman iş işten geçmiş olacaktır!.