Çin’e teslim olan Hollywood artık ne Uygurları ne de Tibet’i görüyor!

Source: Britbart
Source: Britbart

Nazilerin, Yahudileri yok etmek üzere kurdukları toplama kampları ile ilgili ilk film, 1940 yılında İngiliz yönetmen Carool Reed tarafından çekildi. Night Train to Munich (Münih’e gece treni) adlı filmden sonra bugüne kadar Yahudi soykırımı üzerine 250’den fazla film bir o kadar da belgesel yayınlandı. Çin Komünist Partisi’nin Doğu Türkistan’da yaptığı soykırım, Tianmen meydanında gerçekleştirdiği katliam ve Tibet’teki baskısı üzerine yapılan film sayısı ise yok denecek kadar azdı. Bugün dünyayı ekonomik olarak işgal etmek isteyen Çin, kendisini şirin göstermek için Hollywood stüdyolarını işgal etti. Milyonlarca takipçisi olan Hollywood starları ve yapımcıları herkesin gözü önünde gerçekleşen Komünist Parti zulmünü görmemeleri karşılığında vicdanlarını Pekin’in kanlı parası ile mühürledi.

Muhaliflerini yok etmek ve Sovyetleri demir yumrukla yönetmek için Sibirya’da inşa ettiği Gulag kampları ile adını tarihe kanlı diktatörlerden biri olarak yazdıran Stalin, “Eğer Hollywood’u kontrol edebilseydim, Dünyayı da kontrol ederdim” demişti. Stalin’in bu hayalini Çin Komünist Partisi gerçekleştirdi ve bugün Çin’i eleştiren hiçbir film çekilemez hale geldi. Hatta, Christopher Robin filminin gösterimi filmdeki Winnie the Pooh adlı ayı karakteri Komünist Diktatör Xi Jinping’e benziyor diye Çin’de yasaklandı.

Amerika merkezli Pen America tarafından hazırlanan “Hollywood Tarafından Yapıldı Pekin Tarafından Sansürlendi (Made By Hollywood, Censored By Beijing)” adlı rapor, Çin Komünist Diktası’nın Amerikan sinema sektörünü nasıl teslim aldığını ortaya koydu. Raporda, ABD’li sinema sanatçılarının ve yönetmenlerin Çin’in 3T diye adlandırdığı, Tayvan, Tiananmen ve Tibet ile Doğu Türkistan hakkında ses çıkarmamaları için teslim alındığı anlatıldı.

Komünist Dikta, 1949 yılında yönetimi ele geçirdiğinden bu yana insan haklarına ve batılı değerlere düşmanlığını sergilediği alanlardan biri de sinema sektörüydü. Komünist Diktatör Mao’dan beri sadece belli sayıda filmin Çin’de gösterilmesine izin verildi. Uzun süre sadece her yıl Çin’de sadece 10 Amerikan filmi sansürlenmiş olarak yayınlandı. 1997 yılı Çin’in başta Tibet halkı ve diğer toplumlara uyguladığı baskıları kamuoyuna duyuran filmler peş peşe yayınlandı. Bu filmlerden en çok ses getirenleri Brad Pitt’in başrolde oynadığı ‘Tibet’te 7 Yıl’ ve ‘Kundun’ oldu. Her iki filmde 1950’lerde Çin’in Tibet’i işgalini sinemaya aktardı. Bir başka film ise başrolde Richard Gere’in oynadığı Red Corner idi. Bu filmde ise Çin’in polis devleti ve yargı sisteminin zalimliği tasvir edildi. Bu filmler doğal olarak Pekin yönetimini kızdırdı. Tibet’te 7 yıl filminde Dalai Lama ile dost olduğu gösterilen Brad Pitt, aynı zamanda Tibet davasına destek veren Richard Gere kara listeye alındı. Çin’in tepkilerinden sonra oradaki pazarı kaybetmek istemeyen Tibet’te 7 Yıl’ın yönetmeni de Kundun’un yönetmeni de Çin’den özür diledi. Hatta Brad Pitt, World War Z filminde zombileşme virüsünün çıkış yeri olarak senaryonun orijinalinde yer alan Çin’i değiştirip Kuzey Kore’ye yaptı ve filmi daha çok Pekin despotluğuna şirin görünecek bir anlatıma çevirdi.

Red Corner filmi nedeniyle kara listede yer alan Richard Gere ise hiçbir zaman Çin Komünist Diktası’nın zulümlerine karşı duruşunu değiştirmedi. Hatta Amerikan Senatosu’na Pekin diktasının sinema sektörüne müdahalesinin durdurulması çağrısında bulundu. Gere, vicdanın satmamanın bedelini ise son yıllarda hiçbir büyük bütçeli Hollywood filminde rol verilmemesiyle ödemeye devam etti.  Çünkü, dünyanın en büyük ikinci sinema sektörüne sahip olan Çin, sadece kendi ülkesinde değil aynı zamanda beyaz perdenin kalbi Hollywood’u kontrol etmeye başladı.

Komünist diktanın, beyaz perdeyi para ile satın alarak sansür etmesinin neticesinde son yıllarda konusu ne olursa olsun ekran başına oturanlar hemen hemen her filmin başında Çinli bir firmanın ismini görür hale geldi. Çünkü, Komünist yönetim, batı dünyasını sinema Truva atıyla yenmek için Çinli firmaların Hollywood’daki yapımcılarla ortak olmalarını teşvik etti. Komünist diktanın, devlet bankaları vasıtasıyla el altında desteklediği Wanda isimli şirket 10 milyar dolara yakın bir yatırımla başta en büyük dağıtım şirketlerinden AMC (American Multi-Cinema) dahil birçok markayı ele geçirdi. Hatta AMC’nin açılımı kapalı kapılar ardında Amerikan Komünist Filmi (American Movie Communist) diye anılmaya başlandı. Wanda’nın Hollywood’u satın alabilecek güce yakında erişeceği de dile getirildi. Bu durum Amerikalı politikacıların dikkatini çekti ve 2016’da kongreye taşındı. ABD Adalet Bakanı William Barr, temmuz ayında yaptığı açıklamada, “Yazarlar ve yapımcılar sınırları test etmemeyi bildikleri için, daha pek çok senaryo asla gün ışığına çıkmamış. Çin hükümeti sansürcüleri tek kelime etmeye gerek yok çünkü Hollywood onlar için işlerini yapıyor. Bu Çin Komünist Partisi için büyük bir propaganda darbesidir” diyerek komünist diktanın etkisine dikkat çekti.

Ancak Kızıl dikta ve onun uzantıların sinema sektörü üzerindeki etkileri artarak devam etti. Komünist yönetimin kanlı parasını daha çok kazanmak isteyen sinema yapımcıları senaryolarını önce Çin’e gönderip sonra onların istediklerine göre senaryoda değişiklik yapmaya başladı. Artık değil Pekin’i eleştirmek, Çin zalimine muhalif kesimleri iyi göstermek dahi imkânsız hale geldi. Fantastik filmlerin yapımcısı Marvel’in Dr. Strange filminin orijinalinde usta öğretici rolünde Tibetli bir karakter yer alırken Çin’in baskısı ile bu karakter Celtic rahibe dönüştürüldü. Dünyadaki en yaygın sosyal medya uygulaması WeChat’in sahibi aynı zamanda Komünist Dikta’nın başta Doğu Türkistan’daki Müslüman Uygurlar ve diğer Türk topluluklarına karşı kurduğu ileri teknolojiye dayalı gözetleme sistemlerinin yapımcılarından Tencent de sinema sektöründe etkin hale geldi. Şirketin finansal olarak desteklediği ve başrolde Tom Cruise’un yer aldığı Top Gun filminin 20 yılı aşkın süre sonra çekilen yeni versiyonu Top Gun: Maverick filminde Çin’in etkisi net bir şekilde görüldü. Tom Cruise’un ilk filmde giydiği meşhur olan ve arkasında Japonya ve Tayvan bayraklarının işlendiği ceketin yeni versiyonunda bu iki bayrak kaldırılıp yerine alakasız resimler konuldu. Çin’in batılı sanatçıları kara listeye alması hiç durmadan devam etti. Şarkıcı Lady Gaga, Dalai Lama ile poz verdiği için, Katy Perry, Tayvan bağımsızlığını sembolize eden çiçeklerle süslü elbise giydiği için Çin tarafından hedef alındı ve kara listeye dahil edildi.

Hollywood’daki başta yapımcılar ve sinema sanatçıları bugünlerin tarihlerini yazanlar tarafından şimdiden ‘insan haklarına sahip çıkma’ hususunda sınıfta kaldıkları ve Yahudi soykırımı sonrasında verdikleri ‘bir daha asla’ sözünü tutmadıklarını gösteren tavırları ile not edildi. Doğu Türkistan’da milyonlarca insanın nazilerden ilham alınarak kurulan toplama kamplarına gönderilmesine, oradan çıkarılıp fabrikalarda köle olarak çalıştırılmasına sinema dünyasından hiç kimse ses çıkarmadı. Kadın hakları ile yüzlerce film çeken ve bunlarla gurur duyan sanatçılar, Uygur kadınların zorla kısırlaştırılmasına, karnındaki bebeklerin öldürülmesine, kamplarda tecavüze maruz kalmasına gözlerini yumdu. Nazilerin yakmak istedikleri kitapları gizlice alan çocukların hikayesini ‘The Book Thief (Kitap Hırsızı) diye filme alan ve bir çocuğun yaşadığı zulmü anlatan yapımcılar 500 bin Uygur çocukların ailelerinden zorla koparılıp komünist yetimhanelere gönderilmesinden hiç haberleri yokmuş gibi davranmaya devam etti. Bir sabah nazi askerlerinin Yahudi evlerine gelip ‘artık burada yaşayamazsınız’ diyerek evleri boşaltması ve daha sonra onların kamplara gönderilmesini Schindler’in Listesi’nde çarpıcı bir şekilde anlatan Steven Spielberg gibi yönetmenler, Uygurların evlerinden alınıp toplama kamplarına gönderilmesine dair bir açıklama yapamadı. Azınlık Raporu filmi ile insanların teknoloji kullanılarak hayatlarının nasıl cehenneme dönüştürüleceğini gösteren Amerikan sineması, Komünist diktanın Doğu Türkistan’da inşa ettiği sanal hapishane ile ilgilenmek istemedi.

“Kara liste tam bir kötülük zamanıydı” diyen ve özgürlükçü düşüncelere sahip olduğu için ünlü senarist Dalton Trumbo’yu yaşadığı o dönemde ‘komünist’ olmakla suçlayan Hollywood yapımcıları bugün tam tersi politikayı izlemeyi seçti. Sinema dünyası demokrasinin en büyük düşmanı kendisine muhalif herkesi ‘kara listeye’ alan ve bugün Doğu Türkistan’da Uygurlara soykırım gerçekleştiren Pekin diktatörlüğünden aldıkları paralarla Komünist Partinin borazanı haline geldi. Trumbo’nun şu sözleri Hollywood’un bir kez daha hatırlaması gereken prensiplerden biri olarak tarihte yer aldı, “Demokrasi, insanların istediklerini söyleyebilecekleri anlamına gelir. Demokrasi bir hediye değildir. Bu bir sorumluluk.” Uygur halkının yaşadıkları bu zulüm karşısında aktör ve aktrislerin, yapımcıların ve film dağıtıcılarının da insanlık dışı bu suçlara dur deme sorumluğu bir kez daha ortaya çıktı.

Abdulhakim Idris,

Share

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Campaign for Uyhgurs

We defend the human rights of uyghur people and the free world by exposing and confronting the chinese government's genocide, and empowering uyghur women and youth in the diaspora.