500 bin çocuk üzerinde oynanan kültürel mühendislik. 60 yıl önce de bugün de çocuklar zulmün en büyük mağduru oldu.
-Polis karakolundan çağrıldığını haber aldı, telefonu kapatıp yaşadığı yeri terk etti, onların başlarına bir şey gelmesin diye ne karısı ile ne de 4 çocuğu ile bir daha görüşemedi.
-“Ailelerimizle birlikte büyük bir kafile olarak yola çıkmamızı tehlikeli gördük. Zavallı aileleri Allah’a bırakıp yola çıktık”
Yukarıdaki anlatılan ve birbirine benzer yaşanmış iki hadise Doğu Türkistan’da Uygurların yaşadıkları zulmün farklı zamanlardaki yansımaları. İlki son yıllardaki baskı nedeniyle İstanbul’a gelen Aziz’in hikayesi. İkincisi ise Doğu Türkistan Davası’nın önderlerinden Mehmet Emin Buğra’nın Urumçi’den ayrılışını anlattığı hatıratından. 60 yıl önce de bugün de karşımızdaki bu sistematik zulümlerden en fazla mağdur olanlar kadınlar ve çocuklar oldu. Özellikle de çocuklar. Aynı zamanda ünlü bir Alim olan Buğra’nın yol arkadaşı ve bu davanın öncülerinden İsa Yusuf Alptekin’in, daha sonra kafileye katılan kızının ayakları donmuş ve bir süre sonra hastalıktan vefat etmişti. Bugün ise 500 binden fazla Uygur çocuk anne ve babaları toplama kamplarına götürüldükten sonra ‘yetimhanelere’ konuldu. 1,8 milyarlık İslam dünyası ise ekonomik çıkarları gebe kaldığı Komünist Yönetimin bir nesli asimile edişine sadece cılız bir sesle karşılık verebildi.
Çin Komünist Partisi, son yıllarda bütün ülkeler üzerinde kurmak istediği hakimiyetinin adımlarını ‘Bir Kuşak, Bir Yol’ projesine hem batılı hem de Müslüman ülkeleri katarak attı. Projeyi gerçekleştirmesinin önünde yıllardan beri komünist yönetime karşı varlıklarını sürdüren Doğu Türkistan halkı engel olarak duruyordu. Bunun için önce Nazilerin Yahudileri yok etmek için kurduğu kampların benzerlerini 2014 yılında inşa etmeye girişti. 2016 yılından sonra da Uygur halkını buralara sürmeye başladı. İlk olarak kanaat önderleri, alimler, şairler, akademisyenler konuldu bu işkence hanelere. Sonra da sakal uzatanı da Kur’an okuyanı da namaz kılanı da kamplara gönderildi. Pekin yönetimi Dünyayı ikna etmek için de adını ‘yeniden eğitim merkezleri’ koydu. Gerçekten eğitim yapıyordu ama komünist diktayı insanlara zorla dikte ederek. Anne babası kamplara gönderilen çocuklar ise önce ortada kaldı. Sonra teker teker toplanarak ‘yetimhanelere’ konuldu.
Amerika’nın önde gelen yayın kuruluşlarından New York Times’ın yayınladığı belgelere göre yuvalara yerleştirilen Uygur çocuklarının sayısı yaklaşık 500 bin. Bunun temel amacı ise Türk Müslüman kimliğini tamamen silmek. Çin Eğitim Bakanlığı bu sistemi savunması ise ‘çocukların başarısını artıyor’ üzerine kurulu. Devlet Başkanı Xi Jinping’in de desteklediği yöntemi uygulayan eğitim yetkililerinin iddialarına göre böylece henüz 8 yaşında olan bir çocukta olmayan ‘şiddet eğilimi’ yok edilecek. Söz konusu hedefe ulaşmanın yolu da çocukların hem aileleri görüşmelerine doğru düzgün izin vermemek hem de Uygurcayı yani onların kimlerinin garantisi olan dillerinin konuşulmasına müsaade etmemek.
6 aylık emzikli bebekler annelerinden ayrıldı
Dünya Uygur Kurultayı’nın internet sitesinde yayınlanan ve Radio Free Asia’nın haberine de yer verilen araştırmada da yaşananlar teyit edildi. Koday kenti, Kaşgar gibi bölgelerdeki yerel yetkililerle irtibat kurulduğunda, çocukların yetimhanelere gönderildiği doğrulandı. Çinli yetkililer ile temas kuran yayıncıların işittikleri savunma da yukarıdaki gerekçelerle benzer: “Bu çocuklar Devletin imkân ve şefkatinden yararlandırılıyor”. Yetimhanelerde çalışanların anlattıklarına göre ise durum tamamen farklı: “Son zamanlarda getirilen Uygur çocukların sayısında oldukça artış var. Aralarında 6 aylık emzikli bebekler de var, 12 yaşında olanlar da.” Diğer yandan, Halkın oralarda kalan çocuklara destek olmak için gönderdikleri yardımlar Çinliler tarafından ‘iç edilirken’ yetimhanelerin şartları gittikçe kötüleşti. Çocuklara verilen yemekler gittikçe berbat hale geldi neredeyse her gün pirinç çorbası verildi onlara. Müfettiş veya dışardan misafirler gelince bir iki çocuk göstermelik olarak hazırlanırken gerçekler gizlendi. Ancak diğer zamanlarda onlara ‘ahır gibi yerlerde yaşama’ hak olarak verildi. Orada görev yapmış bir Uygur Türkü, “Çocukların akıbetini anne ve babalarının bile öğrenmelerine izin verilmiyor. Neredeyse kuşların bile giremeyeceği kadar kapalı binalarda kalıyorlar” diyerek durumu tasvir ederken, çocukların diğer yandan Çinli ailelerin yanına yerleştirilmeye başladığını aktarmıştı kendisine ulaşanlara.
2020’ye kadar bütün çocuklar yetimhanelere
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) konuya dikkat çektiği raporunda da hiç kimsesi kalmamışların yanı sıra aynı şehirde yaşayan akrabası olduğu halde anne babası günümüz toplama kamplarında olan çocukların da kaderi devlet yuvalarına konulmak. Raporda Uygur Bölgesi Komünist Parti Sekterliğinin 2020 yılına kadar bütün yetim çocukların devlet yetimhanelerine yerleştirilmesi talimatı verdiği kayıtlara geçti. 2017 yılında yuvalara yerleştirilen çocuk oranı yüzde 24 iken bu rakamın bu yıl sonuna kadar yüzde 100’e çıkarılması Pekin yönetiminin hedeflerinden. Anadolu Ajansı’nın haberleştirdiği raporu değerlendiren HRW Çin Koordinatörü Sophie Richardson’un tepkisi çok çarpıcı: “Müslüman Türk çocukları kendi refahları gerekçe gösterilerek ailelerinden koparılıyor. Bu sapkınca bir hükümet programının parçası”
Yetimhaneler: Kültürel mühendislik merkezi
Peki binlerce çocuk toplanırken, mevcut yetimhane ve yatılı anaokulların kapasitesinin yetmeyeceği ortada. Çin Yönetimi hemen buna da bir çare buldu: Onların kalacağı dev hapishaneleri andıran yurtlar inşa etmek. BBC’nin İstanbul’daki aileler ve çeşitli kaynaklardan elde ettiği verilere göre yatılı anaokulları ve yetimhanelerin inşası için komünist yönetimin harcadığı para 1,2 milyar dolar. Bu kadar büyük harcamaların ve yatırımların görünür sebebi Çin yönetimine göre “soysal istikrarın ve huzurun sağlanması” ile “okulların ebeveynlerin yerini alması”. Ama madalyonun öteki yüzünde yatan asıl gerçek ise Alman araştırmacı Adrian Zenz’in dediği gibi “yatılı okullar azınlıklar üzerinde kültürel mühendislik yapılabilmesi için ideal ortamı sağlıyor.” Uygur dilinin ve diğer lisanların konuşulmasına izin verilmeyen okullarda, bunları konuşanlar puanlama yöntemi ile cezalandırılması da Komünist yönetimin baskıda ne kadar tavizsiz olduğunun işareti. 2017 yılından beri daha sistematik şekilde uygulanan yöntemle dininden, dilinden ve Uygur köklerinden uzaklaştırılmış yeni bir nesil yaratılması Çin’in ana amacı. Bunun için inşa edilen yuvalardaki katı güvenlik sistemleri, ki 10 bin voltluk elektrik tellerinin bulunduğu yüksek duvarlar toplama kamplarından bir adım öte. Bunlardan yola çıkan Araştırmacı Zenz yaşananları kısaca şöyle vurguluyor: “Elde edilen deliller, kültürel bir soykırım olarak adlandırılmasını gerektiriyor” Söz konusu bilgiler ve zulme maruz kalanların aktardıkları ortada. Bu durumda İstanbul’da yaşayan annelerin “Tüm dünya bu gerçekler ortada iken nasıl sessiz kalıyor?” diyerek tepkilerini ortaya koyması onların en tabi hakkı.
Kısaca ifade etmek gerekirse, bütün bu yaşananlar Doğu Türkistan Halkının onlarca yıldır yaşadığı baskı ve zulümlerin bir parçası. Bugün bu acıyı çekenlerden, Hoten’den İstanbul’a gelen Aziz bir çocuklarına kavuşma ümidini taşımaya devam ediyor. Uygur Davası’nın öncü savunucularından Mehmet Emin Buğra, 1952 yılında İstanbul’da yayınladığı kitabı “Doğu Türkistan Tarihi, Coğrafi ve Şimdiki Durumu” adlı eserinde şöyle anlatmıştı yolcuğun geri kalanını. “Beş günlük tehlikeli yol önümüzdeydi. O müthiş yolları gece gündüz yürüyerek üç günde geçtik. Açlık, soğuk ve sefalet içinde yürüdük… Yakasını kurtarıp kaçabilen diğer muhacirlere yetiştik. Ekserisini atları ölmüş ve aç kalmış bulduk. Birçoklarının elleri ayakları donmuş veya bozulmuş bir hâldeydi. Bu hâller içinde 11 Aralık’ta Hindistan’ın hudut şehri Ladak’a vasıl olduk… Bu yolda açlık ve soğuktan 65 kişi ölmüş, 55 kişinin el ve ayakları donarak kopmuştu. Ayakları donmuş hâlde bulunanların içinde (İsa Yusuf) Alptekin’in bir oğlu ve bir küçük kızı da vardı. Zavallı kız, derdiyle sonradan vefat etti.”